Beynimiz ve İnsanlar

BEYNİMİZ VE İNSANLAR
İnsan beyni dediğimiz organda, çok karmaşık bir mekanizma, hayat boyu işleyip gider. Beyindeki ve vücudun diğer kısımlarındaki milyarlarca nöron, birbirleriyle ilişki kurarak, sinir sitemini oluşturur ve bizim tüm hayatsal mekanizmalarımızı en üst düzeyden yürütür. Aslında, bir çok sinir bilimcinin dahi kolay kolay hayal edemediği bir şeyi gözümüz önünde canlandırmamız gerekiyor. Ana yapısı hücrelerden oluşan kimyasal bir çorbadır sinir sistemi. Fakat öyle karmaşık bir çorbadır ki, bu gün için, hem bu çorbanın içeriği hakkında çok az bilgimiz bulunuyor, hem de bildiğimiz ögelerin de ne iş yaptıklarını bir türlü tam olarak açıklayamıyoruz. Ayrıca bu kimyasal çorba, nabız gibi atan, sürekli hareket eden, dinamik, her ögesi diğer başka bileşenlerden etkilenen ve her an kaotik (karmaşık, tahmin edilemez) tepkiler ve işlemler yapan, amaca yönelik bir bütünlüktür. Her hücre birbirinden bağımsız yaşayan birimler olsa da, vücudun diğer organları ile beraber, tüm vücut ve çevre olaylarıyla da etkileşir ve bütünlük içinde çalışırlar. Belli yerlerdeki sinir hücresi grupları, belli yerlerdeki başka gruplarla ilişki alindedir ve bu ilişkiler de ihtiyaca ve bireye göre oldukça değişkenlik gösterir.

Beynin ve sinir sisteminin işleyişi, yakın zamanlara kadar, basit elektrik devrelerine benzetilerek açıklanmaya çalışılmıştı. Bu anlayışa göre, karmaşık da olsa, sinir sistemi (ve tabii tüm biyolojik sistemler), anlaşılabilir ve laboratuarda tekrarlanabilir, üretilebilir bileşenlerden oluşmaktadır. Hatta, bazı gruplar bu anlayışı birkaç adım daha ileriye götürerek, sinir siteminin aslında karmaşık bir elektrik devresinden ibaret olduğunu ve üzerinde yeterli miktarda çalışılarak, insan beynine benzer bir makine yapılabileceğini bile söylemişlerdir. Yani, düşünen, karar veren, sevinen, üzülen, kıskanan, hisseden ve hatta yeri geldiğinde cinnet bile geçirebilen bir makine olmalıdır bu. İşin garibi, bu fikir ortaya atıldıktan bu güne kadar, bunun nasıl başarılacağı konusunda kimsenin en ufak bir fikrinin bile bulunmaması…

Büyük bilimci Einstein’e atfedilen bir söz vardır: "Bilim olabildiğince basit olmalıdır, ama asla daha basit değil…" Yani, bazı süreç ve olguları olduklarından daha basit görmek ve küçümsemek, bilimsel anlamda bizi hiçbir yere götürmez. Unutmayalım ki, sadece bildiğimiz oranda anlayabiliriz ve, bu gün bildiklerimizin, tüm evrendeki bilgi miktarı yanında bir hiç olduğunu akl-ı selim sahibi tüm insanlar teslim edecektir. O zaman, her hipotez için en az iki kez düşünmek durumundayız demektir.
Bu kısa girişten sonra, şimdi de sinir sisteminin işlevlerine bu işlevelrin sonuçlarına ve bildiğimiz kadarıyla bu işlevler konusunda bizim neler yapabileceğimizi tartışabiliriz…

ALGI

Algı, tartışılması ilginç bir konudur. Yaşadığımız çevreyi ve bu çevrenin bileşenlerini, ve hatta kendimizi nasıl algıladığımız, derin olarak düşünüldüğünde kafa karıştırıcı bir konudur. Şimdi anlatacağım şeyleri belki başka yerlerden de parçalar halinde duymuş olabilirsiniz ama, hepsini bir arada inceleyip, derinlemesine bir fikir jimnastiği yapmak ilginç olacaktır düşüncesindeyim.

Bu günkü (ve hatta uzun süreden beri var olan) görüşlerimize ve bilgilerimize göre, beyin, algının en üst değerlendirme merkezidir. Bu işi yamak için, çevreden gelen uyarılara ihtiyacı vardır. Uyarıları çevreden veya vücudun içinden alan duyu algaçları, bu duyuları elektriksel sinyaller halinde beyine gönderir. Beyin de bu aldığı elektriksel uyarıları -bu gün bile nasıl olduğunu tam olarak anlayamadığımız bir mekanizmalar ağı ile- değerlendirerek, o uyaranın "ne demek" olduğunu belirler ve ona verilecek tepkileri başlatır.

Az önce bahsettiğimiz "duyu algaçları" çeşitlidir. Örneğin, etrafımızdaki ışık saçan veya yansıtan cisimleri "göz" dediğimiz algaç vasıtasıyla algılarız. Aynı şekilde, kulak, seslerin; deri algaçları dokunma, ağrı, ısı vb. gibi uyarıların; vücut içindeki yüzlerce değişik tipteki algaç, açlık, susuzluk, ağrı ve hatta moral durumu, sinirlilik, sevgi vb gibi karmaşık duyguların, dildeki algaçlar tadın ve burundakiler de koku duyusunun, değerlendirilmek üzere vücuda girip, beyine gönderildiği kapılardır. İşin ilginç yanı da burada ortaya çıkar. Şimdi bunları nasıl algıladığımıza bir bakalım…

Biyoloji ve tıp kitaplarında bulabileceğiniz açıklamalar ne kadar da basittir! Örneğin, gözden girip, beynin arka bölgesine giden uyarılar, görmemizi sağlar. Bu ifadede ilk bakışta pek bir sorun gözükmüyor. Okuyorsunuz ve "vay be, adamlar her şeyi çözmüş" diyebiliyorsunuz. Peki ya insan beynine yakışan bir tarzda düşünürsek ne olur?

Gözü ele alalım. Siz de bu arada diğer duyuları düşünebilirsiniz. Göze giren ışık, gözün retina tabakasına çarpar ve burada, çok ama çok karmaşık bir sistemle çalışan algaç hücrelerinde, bu ışık enerjisi, elektriğe dönüştürülür. Neden? Çünkü beyin sadece elektrik sinyallerini yorumlayabilir de ondan. Daha sonra gözdeki sinir hücrelerinden çıkan aksonlar (taşıyıcı uzantılar veya elektrik kabloları), beyinin arka (oksipital) bölgesine giderler. Burası beynin görme ile ilgili alanlarını içerir. İşte buraya bir elektriksel uyarı verilirse veya doğal kablolar yoluyla az önce belirttiğimiz yoldan bir uyarı gelirse, bu uyarı, geliş yeri ve geliş sıklığına göre, "görme uyaranı" olarak yorumlanır. Yani kısaca, bu elektrik nereye gelirse, o alanın görevine göre yorumlanır. Bir benzetme yapmak gerekirse, bu, herhangi bir insanı Türkiye’de iken Türk, Amerika’da iken Amerikalı ve Uganda’da ise Ugandalı olarak değerlendirilen bir bilgisayarın durumuna benzer. Çünkü bu bilgisayarın tek bildiği şudur: Bir insan neredeyse oralıdır. İşte beyin de kabaca bu şekilde programlanmış bir süper bilgisayar olarak düşünülebilir. Deneysel olarak, görme alanlarına elektrik verirseniz, beyninin o alanına elektrik verilen kişi gerçek anlamda bir ışık veya bir başka şey "görür". Ama aynı elektriği alıp bu kez duymayla ilgili bölgeye verirseniz, bu kez kişi "ses duyacaktır". Aynı şekilde, aynı elektrik nereye verilirse, o bölgenin fonksiyonuyla ilgili bir yorum yapılır. Şimdilik bu kısmı aklınızın bir köşesinde tutun, çünkü az sonra buna yeniden döneceğiz.

İkinci bir konu algıladığımız şeyin ayrıntılarını nasıl algıladığımızdır. Bu daha da karmaşık bir mekanizma gerektirir. Örneğin, ışık uyaranı ilgili bölgeye geldi gelmesine ama, bu görülen şey nedir? Hareketli midir? Büyüklüğü, uzaklığı, yapısı, dokusu, yönelimi nasıldır? Besin midir değil midir? Bu görülen görüntüye nasıl bir tepki verilecektir? İşte bu ve bunun gibi daha bir çok özellik, yine beyin tarafından tayin edilir. Bunun için ise, beyinde ilişkilendirme alanları ve ikincil, üçüncül vb. alanlar denen alanlar bulunur. Her türlü duyu için bunlar geçerlidir. İşte görme örneğinde, gelen elektriksel görme uyarısı, ana görme merkezine geldikten hemen sonra, bu yardımcı alanlara gönderilir. Buralardaki karmaşık sinir hücresi bağlantıları, akıl almaz bir hız ve karmaşıklıkla, gelen bilgiyi daha önceki bilgilerle, ve diğer duyularla karşılaştırır ve saniyenin milyonluk kesirleri içerisinde bir karara varır. Bu karşılaştırma işleminin nasıl olduğu ise hala bir sır. Örneğin, dışarıdan elektrik vererek, kabaca duyuları taklit edebileceğimizi biliyoruz. Fakat ne kadar ince bir elektrik akımı verirsek verelim, kişiye, sözgelimi annesinin veya bir sandalyenin görüntüsünü gösteremeyiz. Şu an yapabildiklerimiz sadece kaba ışık patlamaları olacaktır.
Algıyla ilgili son bir konu daha var ki, biraz felsefe kokan ve ilk duyuşta kavranması biraz zor olan bir mesele. Ama belki de, kavrandığı anda, insanın her şeye bakışını da değiştirebilecek kadar ilginç bir konu bu. Olabildiğince kısa bir biçimde bu konuya göz atalım:

Gene görme örneğini ele alalım. Göze giren ışık, gözden beyine bir elektrik sinyalinin gitmesine sebep olur ve bu sinyal, görme merkezine giden kablolarla taşındığı için, görüntü olarak yorumlanır. Bir sandalyeye bakalım. Bu sandalyeden yansıyan ışık, gözümüze girip, elektrik halinde beynin ilgili bölgesine ulaştıktan sonra, beyin bu uyarıyla ilgili tüm işlemleri yapar ve o uyaranın bir sandalye görüntüsü olduğuna karar verir. Ya da aynı şekilde, yüksek bir tepeden bir ovayı seyrederken, görüntüler yine beynimiz tarafından anlamlandırılıp yorumlanır. Şimdi de, baktığımız nesne veya manzarayı bir kenara bırakıp, beynin içinde olanlara bakalım. Bir elektrik sinyali geliyor, değerlendiriliyor ve bunun bir görüntü olduğuna karar veriliyor. Dışarıdaki görüntüyü bir an unutursak, beynin bunu nasıl yaptığı konusunda hayrete düşmememiz imkansızdır. Sadece sırayla gelen elektrik sinyallerinden, yemyeşil bir ova görüntüsünü üretebilmeyi, tamamen karanlık bir muhafaza içinde bulunan beyin nasıl becerebilir? Evet, beyine hiçbir şekilde ışık ulaşmaz, çünkü kat kat zarlarla paketlenmiş olarak, kafatasının içinde bulunan bir organdır beyin. Peki nasıl olur da beyin ışık "görür"? Az sonra… 🙂

Haydi, düşünce gücümüzü biraz daha zorlayarak, hayali bir deney yapalım. Bu deneyde, gözden gelen sinir kablolarını gittikleri yerden çıkarıp, örneğin duyma ile ilgili beyin bölgesine bağlayalım. Ne olur? Evet, tahmin edileceği gibi, bir ovaya bakarken, görüntü yerine sesler duyarız. Kulaktan gelen kabloları da görme merkezine bağlarsak, artık rahatlıkla, konuşmaların rengini ve şeklini görüp, manzaranın sesini duyabiliriz.

Nasıl? Bence karmaşık. Buraya kadar bahsettiğim şeyler benim görüşlerim değil, sadece modern sinir bilimlerinin söyledikleri; yani bilimsel veriler. Buradan çıkarılabilecek bazı sonuçlar da mevcut. Hem de bu sonuçlar, yenilir yutulur türden değil. Bu sonuçları çıkarmadan önce, dünyanın algıladığımız kısmının ne kadar dar olduğunu tekrar hatırlatmak istiyorum. Gözle görünür halde olan ışık, sadece 450-700 nanometre (milimetrenin miyarda biri) dalga boyuna sahip ışınların arasında yer alanlardır. Halbuki, dalgalar, teorik olarak sıfırdan, kilometrelerce dalga boyuna sahip radyo dalgalarına kadar değişen bir aralıkta dağılmıştır. Yine duyabildiğimiz sesler, 10-10000 Hz (bir saniyedeki döngü sayısı) arasında yer alırken, bundan çok daha farklı frekanslara sahip sesler bulunmaktadır. Her duyu için bu daracık aralıklar geçerlidir. Acaba, kızılötesi ışınları da görebilseydik, o zaman bir çiçeğe baktığımızda nasıl bir görüntü algılardık? Bunu kimse bilemez. Yani, gerçek dünya ve evren, şu anki kısır algılama araçlarımızla algıladığımızdan çok daha farklı bir yer. Ama nasıl bir yer? Açıkçası, benim bu konuda herhangi bir fikrim yok…

Artık tartıştıklarımızdan bir sonuç çıkarabiliriz. Algı dediğimiz şey büyük oranda bir yanılgıdan ibarettir. Evreni gözlemleyen bir yaratık olarak, algı araçlarımızın kısıtlılığı nedeniyle, gerçek evrenin çok ilişkisiz bir temsilini seyretmek zorunda kalıyoruz. Hiçbir şey aslında (gerçekte) gördüğümüz, duyduğumuz, bildiğimiz, tattığımız, kokladığımız, anladığımız veya dokunduğumuzda hissettiğimiz gibi değil. İşin kötü yanı, görmediğimizi hayal edememe özelliğimizden dolayı, gerçekte bunların nasıl oldukları konusunda da bir fikir yürütemiyoruz. Bir ovayı seyrettiğimizi zannettiğimiz zaman, aslında, o ovadan kaynaklanan veya ondan yansıyan, algılama aralığımız içindeki uyaranların beynimiz içinde oluşturduğu, ovanın "gerçek haliyle" çok zayıfça ilgili bir görüntüyü seyrediyor ve onu algılıyoruz. Demek ki, aslında var sandığımız hiçbir şey, o haliyle var değil. Eski çağlarda, "aslında hiçbir şey gerçek değildir" diyen filozoflar tamamen haksız mıydı acaba?

Kısacası, dışarıda gördüğümüzü (duyduğumuzu, dokunduğumuzu vb.) sandığımız herhangi bir nesne, aslında sadece bizim içimizde bir yorum. Yani tepesinde durduğumuz tepe, aslında belki de beynimizin bir oyunu. Nasıl ki sinemada bir film seyrederken, hızla birbiri ardına gelen hareketsiz görüntüleri beynimizle birleştirip, şuursuz olarak hareket görüyorsak, benzer bir yanılsama burada da geçerli. Kabullenmesi zor ama, gerçek bu.

belgesi-893

Belgeci , 2280 belge yazmış

Cevap Gönderin