Düşünce Tuzakları

Düşünce  tuzaklarının bir bölümü, Osmanlı’nın gerileme dönemine girmesinden bu yana  insanımızın elini kolunu bağlıyor. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki  heyecanın daha sonra sönmesi ile eski kötü alışkanlıklarımızın bir bölümü bugün  tekrar devreye giriyor.  
 

İnsanımız  yurdunu çok sevdiği halde ekonominin hızlı gelişmesini sağlayacak bir düşünce  zenginliğini, enerji ve dinamizmi hayata geçirmekte zorlanıyor. Umutlarımızı ve  hayallerimizi gerçekleştirmek isterken, bazen düşünce tuzaklarına yakalanıyor,  bazen de çıkmaz sokaklara sapıyoruz. Olumlu duygularımızı, eyleme dönüştürürken  hata yapıyor, zaman kaybediyoruz. Daha 1979 yılında kişi başına milli geliri  Türkiye’nin gerisinde olan Güney Kore’nin 28 yılda Türkiye’ye iki tur  bindirmesi, hepimizi üzüyor ama tuzaklardan kurtulmayı da beceremiyoruz.  

İçine  düştüğümüz düşünce tuzaklarının bir bölümü, Osmanlı’nın gerileme dönemine  girmesinden bu yana insanımızın elini kolunu bağlıyor. Cumhuriyet döneminin ilk  yıllarındaki heyecanın daha sonra sönmesi ile eski kötü alışkanlıklarımızın bir  bölümü bugün tekrar devreye giriyor ve gelişmiş ülkelerin ortalama refah  düzeyine ulaşmamızı zorlaştırıyor.  

Bireylerin,  şirketlerin ve tüm ekonominin gelişmesini engelleyen bu tuzakların bir bölümünü  sayfadaki diğer yazılarda ele aldım. Diğerlerini de aşağıda bulacaksınız:  

Dış  dinamiklere bağımlılık: 300 yıl  süren bir duraklama ve gerileme dönemi toplumun gelişmesinin itici gücü olan iç  dinamizmin kaynaklarını tamamen kuruttu. 160 yıldır reformların büyük çoğunluğu  dış baskıların sonucunda yapıldı. Toplum her dönemde yabancı kültürlerin ürünü  olan siyasi, sosyal ve ekonomik reformlara karşı direnç oluşturdu. Bu direnç,  reformların başarısını sınırladı. Son 20 yılda yapılan reformların neredeyse  tümünün IMF ve AB’nin zorlaması ile yapılması ise ekonomi ve siyasetteki  istikrarsızlık ve kırılganlığın en önemli nedeni oldu. Türkiye dış dinamiklerle  reform yapma tuzağından kurtulduğunda atılım potansiyelini daha kısa sürede  hayata geçirecek. İç dinamiklerin harekete geçirilmesi sürdürülebilir bir hızlı  büyüme ivmesini yakalanmasını sağlayacak.    

Sınırsız  kaynak yanılgısı: Osmanlı  dönemi yöneticilerinin büyük bölümü, kamu kaynaklarının sınırlı olduğunu, bu  kaynakların en akılcı şekilde kullanılması gerektiğini bilmezden gelirdi.  Sarayın önde gelenleri, padişahı   "Sultanım! Bu Devlet-i Aliye’de hazine ve mala zahmet çekilmez…"  telkini ile israfa yönlendirirdi. ve vergi gelirlerinin artmadığı bir ortamda,  aşırı harcama bütçe açıklarına yol açıyordu. Günümüzde de neredeyse tüm toplum  kesimleri ve sivil toplum kuruluşları devletten, bir üretkenlik artışı  sağlamadan destek ve yardım talep ediyor. Harcamalar artınca Bu nedenle  Cumhuriyet’in ilk yılları dışta tutulursa, yüzyıllardır bütçe açıklarından ve  borçlanmadan kurtulamıyoruz.    

Rekabet  düşmanlığı:  İmparatorluk döneminde, bireylerin başkasını geçmek için daha çok çabalaması  hırsın ve açgözlülüğün bir belirtisi olarak mahkûm edilmekteydi. Daha çok  üretmek ve satmak için yarışmaya iyi gözle bakılmayınca, ekonominin bir bütün  olarak rekabet gücü de zayıf kaldı. 12. yüzyılda, Feridüttin Attar, esnafa  "Çarşıya herkesten sonra git, yine herkesten önce dön…" diye öğüt veriyordu.  Evliya Çelebi de rekabeti arkadaşını çelmelemek olarak tanımlıyordu. 21. yüzyıla  girmemize rağmen, rekabetin erdemlerine henüz alışamadık. Belirli bir kalitedeki  malı ucuza satanlar, rakipleri tarafından eleştiriliyor. Fiyat anlaşmaları,  rekabetin artmasını ve enflasyonun gerilemesini engelliyor.  

Kestirme  yollar arayışı:  Başkalarının sabırlı ve azimli bir çalışma ile ulaştığı noktaya, kestirme  yollardan ulaşma arzusu yüz yıllardır toplumsal düzeni bozuyor. Üretim artışı  ile normal kazanç sağlama yollarının uzun süren atalet dönemi nedeni ile kapalı  olması, kısa ve çoğu kez gayrimeşru yollardan amaca ulaşma dürtüsünü canlı  tutuyor. Osmanlı döneminde definecilik, güç sahiplerine kapılanma, tefecilik  gibi yollar öne çıkarken, son dönemde rant avcılığı, yandaşları kayırma ve  hortumculuk gibi kara yöntemler kullanılmaya başlandı. Dürüstlükte direnenlerin  bir bölümünde ise sorunları kırıp-sarma yöntemi ile kısa sürede çözme yollarının  denenmesi ise, işleri daha da karıştırdı.    

Vasatlık  geleneği: İçinde  yaşadığımız ailevi ve sosyal ortamın beşikten mezara kadar vasatlığı ve ortalama  verimi  dayatması, düşük performansın ve  gevşekliğin önemli nedenlerinden biri oldu. Okulda arkadaşlarından "Beşten  şaşma, altıyı aşma" öğüdünü alan çocuk, büyüyüp askerlik görevini yaptığında ve  bir işe girdiğinde ise "Fazla öne çıkma!" uyarısı ile hep vasat bir performansa  zorlandı. Toplumda vasatlığa isyan edip en mükemmeli hedefleyenlere saf ve naif  kişiler gözüyle bakıldı. Toplum çoğunluğunun başarıyı takdir etmek yerine  başaran azınlığı sıradanlığa doğru çekme, bazen de engelleme çabaları,  ekonominin büyüme hızını hep yerlerde  süründürdü.  

Adam  etme tutkusu:  İnsanlarımızın bir bölümünün, kendilerini başkalarını adam etmeye adaması, her  dönemde işleri karıştırdı. Kendi düşük bilgi ve beceri düzeyini artırarak  topluma yaralı olmak yerine, çevresindekileri doğru yola getirmek isteyenlerin  zaman zaman şiddete başvurmaları, çekişmeleri ve çelişkileri artırdı. Bu gerilim  ve kavga ortamı toplumun toplam bilgi stokunun yükselmesini önledi, üretime  ayrılacak zamanın boş tartışmalara harcanmasına yol açtı.  

Negatif  düşünce alışkanlığı: Düşünce  tuzaklarının yol açtığı ekonomik duraklamanın doğal ürünü karamsarlık ise  insanları umutsuzluğa, çaresizliğe ve en sonunda atalete sürükledi. Bu  karamsarlığın en iyi örneği, AB üyesi ülkelerde yaşayanların yüzde 50’yi aşan  bir bölümünün ileride Türkiye’nin AB’ye gireceğini düşünmesi, bu oranın  Türkiye’de ise yüzde 26’da kalması oldu.    

Türkiye’nin  genç kuşakları, düşünce tuzaklarından, ön yargılardan ve peşin hükümlerden  kurtulup, özgüvenlerini tekrar kazandığı takdirde, 200 yıldır hedeflediğimiz,  çağdaş uygarlığa ulaşmak bir hayal olmaktan çıkacak. Biz kendimize koyduğumuz  engelleri ortadan kaldırdığımızda hiçbir güç Türkiye’nin demokrasi ve barış  ortamında hızlı büyümesini engelleyecek gücü kendilerinde bulamayacak…  

 
KENDİNİ DOĞRULAYAN İNANÇ KISIR  DÖNGÜYE YOL AÇIYOR   

Bir genç  "Kimse beni sevmiyor!" düşüncesine kapıldığında çevresinde uzaklaşır ve içine  kapanır. Kendisini sevmediğini düşünen insanlara soğuk davranmaya başlayan genç  insana, karşısındakiler de doğal olarak ilgi göstermez. Bu ilgisizlik, gencin  ilk düşüncesini daha da pekiştirir…

Bir  yönetici şirketinde ortaya çıkan sorunların tek kaynağının hükümetin para  politikası olduğunu düşündüğünde, şirketi yeniden yapılandıracak önlemleri ihmal  eder. Bu ihmal, şirketi iyice darboğaza sokunca, umutsuzluğu daha artar.  

Bir  ülkenin insanı "Bu millet adam olmaz" diye düşündüğünde, kendisi de zorlukları  aşmak için bir şeyler yapmaya gerek duymaz ve köşesine çekilir. Atalet  yaygınlaştığında, işler gerçekten daha kötüye gider, karamsarlık ve çaresizlik  duyguları yaygınlaşır.  

Önde  gelen bilim adamlarının ve kanaat önderlerinin ikide bir kriz lâfı ettiği  ekonomilerde, işleri iyi giden pozitif girişimciler bile ister istemez, kriz  beklentilerine göre pozisyon ve karar alır. Bu tür kararlar kurları ve faiz  oranları yükseltince, hiç neden olmadığı durumlarda bile krizin ayak sesleri  duyulmaya başlar…

Amerika’da  ırkçılar, geçen yüzyılın 60’lı yıllarına kadar   "Beyaz ırk, siyahlardan daha zekidir"   ön yargısının etkisi altındaydı. Bu yanlış görüşün etkisiyle ırkçılar,  güçlü oldukları bölgelerde, siyahların çocuklarına hak ettikleri eğitimi  vermedi. Eğitimi yetersiz kalan çocuklar testlerde düşük sonuçlar alınca da"  İşte biz haklı çıktık" dediler. Fırsat eşitsizliğinin sürekli mücadele ile  azaltılması ve önyargıların zayıflaması ile siyahlar, hayatın her alanında  başarılı olunca bu kof inanç etkisini yitirdi.  

Amerikalı  sosyolog Robert K.  Merton’ın "kendi  kendini doğrulayan kehanet" (self-fulfilling prophecy) diye adlandırdığı bu  sosyal olgu, önemli bir düşünce tuzağıdır. Bu tür düşünce ve kehanetin  başlangıcı çoğu kez bir ön yargı veya peşin hükümdür.  Bazen de bilimsel olmayan veya gerçeklikle  sınanmamış düşünceler bu kısır döngüyü başlatır. Türkçemizdeki "Bir şeyi kırk  kere söyledin mi, olur" sözü de aynı olgunun tüm toplumlarda yaşandığını  gösterir.  

Kendi  kendini doğrulayan inanç tuzağına düşmemek için, doğru gibi görünse de her  düşüncenin analitik ve eleştirel aklın süzgecinden geçirilmesi gerekir. Kendine,  insanına ve ülkesine güvenen kişiler, tembellik, düşmanlık ve şiddet üreten  kısır döngülerden daha kolay kurtulabilir. Özgüvenin sağladığı azim cesaret ve  tüm insanların saygıyı hak ettiği inancı, kendi kendini doğrulayan inancın  uğursuz döngüsünü kırar. Risklerin farkında olarak gerekli önlemleri alan ama  hayata daima pozitif bakanlar da bu düşünce tuzağına kendini kaptırmaz.  

 

GEÇMİŞE  SAPLANMAK BİZİ GELECEKTEN KOPARIYOR

Her ülke  insanının ve her kültürün zamanı algılaması farklıdır. Amerikalının düşünce  tarzı daha çok geleceğe yöneliktir. Onlar zamanı ileriye yönelen bir çizgi gibi  düşünür. İspanyollar, bugünü yaşamaya önem verir. Belçikalılar ise dün, bugün ve  yarının eşit derecede önemli olduğunu düşünür. Dünyada doğuya ve güneye doğru  gidildikçe zamanı dairesel boyutta düşünme ve geçmişe yönelme eğilimi güçlenir.  Zaman kentte, kırdan daha önemlidir.    

"Ne  içindeyim zamanın

Ne de  büsbütün dışında…"

diyen  Tanpınar’ın ülkesinde  ise zamanın  nasıl  yaşandığını anlamak için kültür  araştırmacısı olmaya gerek yok:   Kültürümüz, bugün ve yarından çok geçmişle iç içedir. Zaman bizim için  "…yekpare geniş bir anın, parçalanmaz akışı…" içindedir.  

Türkiye’de  son yıllara kadar geçmiş, geleceğe göre daha önemli görülürdü.  Osmanlı toplumunda üretimi arttırmak ve  büyümek için plan yapmak da olumsuz bir çaba sayılırdı."Sabaha sahip çıkıp,  yarının fikrini çeken kurtuluş bulamaz…" denir, yarını düşünmek boş bir iş  olarak kabul edilirdi.  Bu gelecek  kaygısızlığı da ekonomik büyümeyi ve toplumsal gelişmeyi zorlaştırdı.  

Yüzyıllar  boyunca,  geleceği, yarının sorunlarını  düşünmek için gerekli olan zamanın büyük bölümünü, geçmiş dönemlerin tartışması  için harcayıp tükettik.   

Küreselleşme  dönemine kadar "gelecek için düşünce üretimi" olarak tanımlanan "stratejik  düşünce"ye de pek yatkın sayılmazdık.   Gelecek bizde belirsizlik ve risk kelimeleri ile eş anlamlıydı. Bu  nedenle geleceği düşünmekten hep kaçtık. Sarkis Efendi’nin şarkısındaki  "Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime…" mısraı, bizim geleceğe karşı  duruşumuzdaki zaafın adeta simgesi oldu.   Geçmişi kendi koşulları içinde değil de, bugünün ölçüleri ile  değerlendirdiğimizde ise hep yanlış sonuçlara ulaştık.  

Geçmişin  kültürel ve tarihsel zenginliği, bugünün sorunlarının çözümü için önemli  ipuçları sağlayabilir. Geçmişin hatalarından aldığımız dersler, kalkınma  yarışında zaman kaybetmemizi önleyecek. Ancak enerjimizi geçmişin tartışmaları  ile harcadığımızda gelecek bizi hazırlıksız yakalayacak.  

Dünyadaki  değişimi algılayıp, zihinsel enerjimizin hiç olmazsa yüzde 10’unu geleceğin  riskleri ve fırsatları üzerinde düşünmeye ayırdığımız takdirde geçmişi takılıp  kalma tuzağından kurtulabileceğiz… 

  

BİLİMSİZ  TEKNOLOJİNİN ÇIKMAZ SOKAĞI  

Osmanlıdan  bugüne kadar biz hep teknoloji ithalatına öncelik verdik. Belirli bir  teknolojinin öğrenilmesi için gelişmiş ülkelere eleman gönderilmesini yeterli  saydık. Zengin ülkeler ürettikleri teknolojiyi Türkiye’ye yüksek bedellerle  sattığı ve ileri teknolojinin sırlarını kendilerine sakladığı için kalkınma  yarışında hep tur kaybettik.  Sağlam ve  kapsamlı bir bilimsel düşünce ve araştırma altyapısı kurmadan, kalkınmanın  gerçekleşebileceği düşüncesi bizim yüzyıllar boyu geri kalmamıza neden oldu.  

İlk  resmi matbaanın kurulmasında 240 yıl geciktik. 1834 yılında dönemin bilimsel  otoritesi sayılan Başhoca İshak Efendi yayınladığı dört ciltlik kitap, elektrik  enerjisi ile ilgili keşif ve buluşları 50 yıl geriden izliyordu.  

Günümüzde  bu gecikmeleri eleştirenler var ama bugün de gelişmiş ülkelerin bilimsel  düzeyine yetişmek için gerekenleri maalesef yapamıyoruz. İşte örnekler:  

-10 yıl  önceki öngörüleri doğru çıkan "Uluslararası Yarı İletken Teknolojisi Yol  Haritası"na ( ITRS ) göre, bugün 100 dolara mal olan bir DRAM parçasının  maliyeti 2018’de 1 dolara inecek. Diğer bir ifadeyle 11 yıl sonrasının örneğin  1000 dolarlık bilgisayarının işlem kapasitesi bugünkünün 100 katı olacak. Bu  gelişme sanayide, eğitimde ve tıpta yeni bir dönem başlatacak. Nanoteknolojinin,  bilgisayar dünyasında yaratacağı bu devrimi şimdilik dışarıdan izliyoruz. Yol  haritasının hazırlanmasında görev alan 1000 dolayındaki uzman içinde sadece iki  Türk genci var.  

-CERN  adlı Avrupa bilim kuruluşunun Cenevre’de yerin 100 metre e altında ve 27  kilometrelik daire şeklinde bir tünelde faaliyet gösteren Büyük Hadron  Çarpıştırıcısı (LHC) ile ilgili çalışmalarda Türkiye aktif olarak yer almıyor.  Bu kuruluşun çatısı altında icat edilen tıbbi cihazları ve İnternet’i  başkalarından aktararak kullanıyoruz. CERN’in eski başkanı Carlo Rubbia’nın  geliştirdiği "enerji yükselteci" ile de ilgilenmiyoruz. Oysa bu proje, petrolü  en güvenli şekilde ikame edecek enerji kaynağı olmaya aday. Türkiye’de bol  bulunan toryum ile çalışacak bu nükleer santral projesinin riskleri mevcut  santrallerin çok altında…  

-Kendi  DNA’sı üzerinde çalışarak insan genomunun şifresini çözen Craig Venter, enerji  sorununu moleküler biyoloji aracılığı ile çözecek çalışmalar yapıyor. 15-20 yıl  içinde sonuç vermesi beklenen bu çalışmaları izlemiyoruz  bile…

Üniversitelerimizin  sayısı 100’ü aştı ve 90 bin dolayında öğretim üyemiz var yarının teknoloji  trenini kaçırmak üzereyiz.  Üç-dört  üniversitede ve bazı teknoparklarda   özverili çalışmalar var ama bunlar yetmiyor. Pamuktan tişört oluncaya  kadar sayısız işlemden geçen ve emek verilen bir giyim eşyasını 3 dolara  satıyor, hammaddesi, kum, plastik ve bazı yarı iletken metaller olan parmak  boyundaki bellek için Çin’e 50 dolar ödüyoruz. Bilimsel araştırmalara gereken  önem verilmedikçe bu eşitsiz ve adaletsiz ticaret devam edecek. Dış ticaret ve  cari açığımız da hiçbir zaman kapanmayacak.  

Böyle  giderse 2047 yılının genç insanları, bilimsel araştırma ve teknoloji konusundaki  gafletimiz nedeniyle bizi suçlayacak ve onlar bu suçlamalarında haklı  olacak…

 

belgesi-1844

Belgeci , 2280 belge yazmış

Cevap Gönderin