Kuvvet Gösterisi

16 Mart 1920, sabah İstanbul ve Beyoğlu kısa bir süre devam eden silâh sesleriyle uyandı. Bu, İngiliz kuvvet darbesinin başlangıcı, bir şehrin rehin olarak ele geçirilmesiydi.

 

Biraz sonra da İngiliz kara ve deniz kuvvetlerine mensup birlikler iki nezareti işgal ediyorlardı: Millî Savunma ve Bahriye ile Posta ve Telgraf nezaretleri. Bir anda, telgraf ve telefon haberleşmeleri, İngilizlerinki hariç, kesildi. İngiliz askerleri Beyoğlu sokaklarına döküldü. Sahra toplarıyla ve makineli tüfek bölükleriyle sonu gelmez bir geçit resmi, tıpkı filmlerde olduğu gibi, sürüp gitti. Savaş üniformaları giymiş ürkütücü tavırlar takınmış askerler, halkın tek gidiş-geliş yolu olan Beyoğlu caddesini tıkadılar. Bunların yüzlerinde önce halkı kışkırtan, sonra da onların en ufak bir hareketini, hatta mırıldanmalarını cezalandırmak isteyen bir ifade vardı.

 

Limandaki, işgal kuvvetlerine ait savaş gemilerinin topları İstanbul tarafına çevrilmişti. Piyade, süvari ve deniz birlikleri Galata’nın dar ve yokuşlu sokaklarını tırmanıyorlardı. Buradaki Levanten mahallelerinde oturanlar, meraklandıkları için korkmayı unutmuş, bunları ilgi ile seyrediyorlardı. Türkler ise, bu ağır tahrik altında ezilmiş, yüzleri başka tarafa dönük, evler çıt çıkmaz durumda, bu felâkete karşı sabırla katlanmaktan başka bir şey yapamıyorlardı.

 

Daha sonra, İngilizler, Türk askerlerinin bulundukları kışlalara girdiler. En ufak bir direniş şiddetli bir misilleme ile karşılandı. Yer yer silâh sesleri ve makineli tüfek takırtıları duyuldu, bazı Türk askerleri vurulup düştüler. Bu arada, bir şeyden habersiz olarak talime gitmekte olan bir topçu alayının bandosu yakalanıp erleri kurşuna dizildi.

 

İngiliz yumruğu, şüpheli durumdaki ve özellikle Fransız yanlısı olarak bilinen Türklerin başına şiddetle indi. Bunlar tutuklandılar, dövüldüler ve Agopyan Hanı’na götürüldüler; bazıları da Malta adasına sürüldü. İngiliz birliklerinin sokaklardaki gidiş gelişleri bu saldırgan hareketleri daha da arttırıyordu. Bu büyük film bütün gün sürdü ve figüranların sokaklardaki geçit resmi akşama kadar devam etti.

 

Saat 3’e doğru Albay X, Harbiye Nezareti’ne birlikte gitmemiz için beni otomobiline davet etti. Orada birçok dostu varmış. Beyoğlu’nda, İstanbul’da olduğu gibi, sıkıyönetim ilân edilmiş; İngiliz birlikleri her sokak başını tutmuş. Bunların ellerindeki tüfek ve makineli tüfekler evlere doğru çevrilmişti. Sokaklarında sivil halktan kimseye rastlanmayan Beyoğlu, savaşta bir hücumla ele geçirilmiş bir şehir görünümünü almıştı. Galata Köprüsü ise, üzerinde ilerleyen kara ve deniz askerleri ve topçu bataryaları yüzünden tıkanmıştı.

 

Şimdi İstanbul’a ümitsizliğin doğurduğu bir sessizlik çökmüştü. Bununla beraber, duvarlara sürünerek ilerleyen bazı gölgeler görülüyordu. Harbiye Nezareti’nin bulunduğu meydanda -şimdiki Beyazıt Meydanı- hepsini de Müslümanların oluşturduğu büyük halk topluluğu sessiz, şaşkın, etrafa bakınıp duruyordu. Otomobil güçlükle bir yol bularak ağır ağır ilerlerken, aylardan beri -üniforması ne olursa olsun- hiçbir yabancı subayı selâmlamamış olan halk, Fransız albayını uzun uzun selâmladı. Bu hareket çok manalıydı ve birçok şeyler anlatıyordu: Bu bir soru ve çağrıydı.

 

Harbiye Nezareti’nin avlusu, bir sürü İngiliz deniz eri, makineli tüfekler ve ağır kamyonlar, çatılmış vaziyette bir sürü tüfekle dolmuştu. İngiliz deniz subayları, bizi görünce canları sıkılmış olacak ki, hiç konuşmadılar. Albay X önde, ben arkada, yine basamaklarına deniz erleri dolmuş olan merdivenleri çıktık. Albay onları ayağıyla iterek yol açtı; hiçbiri itiraz etmedi. Girmek istediğimiz odanın kapısında iki İngiliz nöbetçisi duruyordu, bizden birkaç metre uzakta ve silâhlı olan nöbetçiler çekilerek bize yol açmayı dahi akıl etmediler.

 

Kaynak: Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği
belgesi-2644

Belgeci , 2280 belge yazmış

Cevap Gönderin