Nasıl Düşünmeliyiz ?

DÜŞÜNMEK (Nöronlar Aracılığı İle Biyolojik Haberleşme) Hafızası ile birlikte beyin,  kimilerince sanıldığının aksine izole edilmiş bir bilgisayar değildir. Tam tersine vücudu ve çevreyi etkileyen, ama kendi de onlardan etkilenen bir organımızdır. 

Onun nasıl dış etkilere açık olduğunu göstermek için LSD ve benzeri uyuşturucularla, yani psikojen kimyasal uyarıcılarla bazı deneyler yapılabilir. Bu konuda bir deney yapılmış. Bazı kişilere okunmak üzere verilen bir metinde yer alan tüm kelimelerin üst tarafları kapatılmış. Deneklerin yalnızca satırların alt kısımlarını görebilmeleri sağlanmış. Yani yazı Arapça bir metin şekline dönüşmüş ve bunu kimsenin okuması da mümkün olamamış. Ama aynı metin daha önce kendilerine 15 miligramlık "Psilocybin" uyarıcısı yapılan denekler tarafından, rahatlıkla çözümlenebilmiş ve okunmuş. Göründüğü kadarıyla uyarıcı ilaç, normalde ortaya çıkmayan zihinsel yeteneklerin belirginleşmesine ve deneklerde "kombinasyon" gücünün artmasına neden olmuştur. Beyin bir şimşek gibi harfler arasındaki bağlantı ve benzerlikleri inceleyerek, önce harfleri biçimlemiş, sonra da onları olabilecek anlamlı bir düzenlemeye göre sıralamış ve sonuçta harflerinin çoğu kapatılmış olan metni okuyabilmiştir. Özetle beyinde gizli duran bir bilgisayar devreye girerek, saniyeler süren bir hızla, bağlantıları sezmiş ve çözmüştür.Ama bu türlü becerilere bazen çok iyi bildiğimiz ve her gün kaşılaştığımız, ilginç bir alanda da rastlayabiliriz: Rüyalarda. Önce "rüyalar nasıl oluşur?" diye sormak gerek. Buna şöyle bir açıklama getirmek mümkün olabilir. Uyku halindeyken kontrol edilemeyen (ya da bilinç dışı etkiler ve dürtüler uyarınca harekete geçen) bir RNA sentezi oluşur. Bu oluşum, gen matrisleri boyunca, tüm kaydedilmiş olan anıları uyarır. Yani genetik kütüphanenin raflarındaki kitaplar ile, içlerinde yazılı olanlar karıştırılırlar. Böylece, uyarı alan kayıtlar, beyin kabuğunda bir takım çağrışımlar yaratır ve kendileri ile benzeşenleri bilince çağırır. Biz de rüya görmüş oluruz. 

Uyku sırasında ortaya çıkan bu enformasyonlar, sonuçta bir protein sentezi ile "fikse" edilmedikleri için, rüyada görülenler, yirmi ya da otuz dakika sonra, nükleikasitin dağılıp gitmesi sonucunda unutulurlar. Bu nedenle genellikle biz rüyalarımızın ancak son bir kaç dakikasını hatırlayabiliriz. Eğer gece bir ara uyanıp, rüyanın birazını bilinçli olarak hafızaya nakledebilirsek, bunları ertesi gün bölük pörçük hatırlayabilmek de mümkün hale gelir.

Ama hiç bir rüyayı, uyandıktan sonra tamıtamına anlatabilmeyi başaramayız. Oysa bu, psikoterapide rüya yorumlanması açısından çok önemli bir noktadır. Bu nedenle günümüzde giderek artan bir biçimde doktorlar; LSD, Mescalin veya Psilocybin gibi kimyasal bileşikleri kullanarak, incelenmek istenen kişileri rüya benzeri duruma getirmek yöntemini kullanmaktadırlar. "Yapay rüya" adı verilen bu yöntem, kişiyi tıpkı gerçek bir rüya durumuna sokmaktadır. Ancak gerçek rüyadan farklı olarak burada kişi, her sorulana cevap verebilmekte ve gördüklerini tek tek anlatabilmektedir. Psikoterapi açısından, özellikle insanın en eski ve temel anıları (yaşantıları) ile ilgili olan rüyalar önem taşımaktadırlar. Bunlara örnek olarak; doğum anını ve sonrasını, ergenliğe geçiş dönemi izlenimlerini, içsel değişimleri içerenleri, kişinin kendi vücudu ile ilgili olanları, cinsel tutum ve tavrı yansıtanları,hastalık ve ölümü ilgilendirenleri sıralayabiliriz. Bu türlü rüyalara Crl Gustav Jung "Arşetipik Rüyalar" adını vermiştir. Gördük ki, ilaç kullanarak rüya halini oluşturmak mümkün oluyor. İlk bakışta bu gibi deneylerin bilimin önünde yepyeni ufuklar açtığı ileri sürülebilir. İnsanlığın en eski düşlerinden birisine sanki çok yaklaşılmıştır. Böylece bilincin tüm boyutları ortadan kalkmakta ve tek bir bilinç düzeyine ulaşılmaktadır. Beynin şimdilerde olduğu gibi çok küçük bir bölümünü kullanmak yerine, belki tümünden yararlanabilme imkanı da doğmaktadır. Ama madalyonun bir de öteki yüzü vardır. Tıpkı esrar ve kokain gibi, vücudun dışında belirtileri olmadığı için halk tarafından "zararsız" sanılan bu psiko-ilaçlar, sürekli kullanıldıkları takdirde, tedavisi mümkün olmayan beyinsel zedelenmelere yol açmaktadırlar. LSD, Hipotalamus’un belirli bir bölgesinde yer alan görme ile ilgili beyin hücrelerini bloke etmektedir. Esrar içen kişilerin beyinlerinde meydana gelen ozulmalar, elektroanselografları çekildiğinde iyice belirginleşir, ayrıca beyin dokusunun direkt olarak bozulup, deforme olmasından da anlaşılabilir. Sonuçta uyuşturucuların büyük beyine değil de, "corpus striatum" adı verilen bir merkeze etki ettiği ortaya çıkmıştır. Bu merkezin ise, enformasyon alınışı ile hareket etme aktivitesini birleştireme yönlendiren bir rolü olduğu bilinmektedir. İşte bu yüzden uyuşturucu müptelaları kendilerini düşünce ve davranma açılarından özgür ve engelleri aşmış sanarlar. Oysa gerçek, bunun tam tersidir.
Görülüyor ki psikojen ilaçlar bir yandan, beyindeki gizli ve bastırılmış yeteneklerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Ama diğer yandan da kısa bir süre sonra beyin foksiyonları yalnızca bu ilaca bağımlı hale geliyor ve normal biçimdeki işleyişini kaybediyor. İlaca bağımlılık ise aşırı aktiviteye itilen beynin bir süre sonra zedelenip, işleyemez olması sonucunu doğuruyor.

Kaynak: MIND INTO MATTER
belgesi-2264

Gelen Popüler Aramalar:

Belgeci , 2280 belge yazmış

Cevap Gönderin