İsmet Paşa’nın Cephesinde, Nisan 1921

Gündüzbey savaş alanı Eskişehir’den birkaç kilometre sonra başlamaktadır. Burada, ustaca bir manevra ile, düşmanı mağlup edileceği yere kadar çeken İsmet Paşa, Yunanlıları çok kanlı bir yenilgiye uğrattı. Bütün gün boyunca, savaşın müthiş gerçeklerini gördüm. Gördüklerim, sadece geçmiş birkaç gün içinde olup bitenlerdi. Savaşın ne biçimde yapılmış olduğunu anlamak için yere bakmak yetiyordu.

 

İlkbaharın nefis kokularına cesetlerden yükselen dayanılmaz ağır kokular karışıyordu. Her şeye rağmen gökyüzü mavi, ortalık çok berrak, hava taptaze. O kadar ki, bir türkü tutturmuş olan arabacımızın kalın sesi fazla bir yankı yapmıyor.

 

Top mermilerinin açtığı çukurlar çok büyük, çalılıklar içinde de bir şeyler var. Topçu cephanesi sandıkları, cephane, her çeşit savaş malzemesi, kâğıtlar ve konserve tenekesi yığınları toprağı örtüyor. Arabamız sarsılarak güçlükle ilerliyor. Köprüler dinamitlenerek tahrip edilmiş. Bu engelleri aşmak, nehirlerin geçit yerlerini bulmak için, Anadolu arabacılarının bütün maharet ve ustalıkları gerekiyor.

 

Bizim maceranın sorumluluğunu taşıyan genç kılavuz ve koruyucuma birkaç kişi daha katıldı. Bazı tehlikeli yerleri yaya olarak geçerken heyecanlı bir şekilde tartışıyoruz. Bazen birbirimize darılıyoruz, ama hemen her zaman, yeniden barışıyoruz ve anlaşıyoruz. Kılavuzum kişiliğinde, milliyetçi Anadolu gencinin, bizimkilere çok benzeyen katılık, heyecan ve atılganlığını taşıyor. Geçtiğimiz yerlerin üzerinden, birkaç gün önce uçmuş. Onu dinlerken, inatla sürdürülen bu mücadeleyi besleyen derin duyguyu anlayabilmek için buralara kadar gelmek gerekir, diye düşünüyordum. O zaman, saçma ve inanılmayacak haksızlık, çok açıkça görülüyor.

 

Her taraf çok güzel, çizgiler keskin, tepeler Asya’ya özgü renklerle aydınlanmış.

 

Derin bir vadide, bir topçu bataryası gördük. Birçoklarını önce de gördüğümüz harikulâde askerler dinleniyorlardı. Bazıları yemek yiyor, bazıları da sohbet ediyor, bazıları düşünüyor, bir kısmı çeşme önünde abdest alıyorlardı.

 

Yolda daha birçok topçu bataryalarına rastladık. Bazıları durarak bize yol verdiler, cepheye gitmekte olan değiştirme birliklerinden piyade bölükleri ve ikmal kollarıyla karşılaşıtık. Derelerin sığ geçit yerlerinden geçtik. İlk kez yanmış, yıkılmış köyler gördük. Sonra tekrar askerî birlikler, toplar ve uzaktan yine harabe haline gelmiş bir kasaba: Yunan geri çekilmesinin kurbanı Söğüt. Bu küçük kasaba, Batı Anadolu’nun en mamur ve güzel şehri olan Bursa’ya çok yakın. Bu güzel kasabada hayat, birkaç gün öncesine kadar, çok tatlıydı, ama Yunanlılar buradan da geçtiler. Kasaba şimdi bir harabe halinde. İngiliz-Yunan taarruzu buradan başlamış, ama savaş kaybedilip geri çekilme başlayınca, bu gibi hâllerde böyle işler için özel olarak yetiştirilmiş artçı taburları tarafından kasaba yakılıp yıkılarak tahrip edilmiş. Söğüt harabeleri, bizim Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların ilk geri çekilmelerinden sona gördüğümüz Roye ve Lassigny kasabalarını andırmakta. Bu işte önemli miktarda dinamit, yangın bombası ve patlayıcı kartuşlar kullanılmış.

 

Her yerde, gerek savaş esiri Yunan subayları, gerekse kasabaların eşrafı, bu tahribatın İngiliz subaylarının nezaret ve direktifi altında yapılmış olduğunu söylediler. Bunların dehşeti karşısında çok büyük bir üzüntü duydum.

 

Bu harabelerin ve yıkıntıların altında kalmış insanların cesetlerinden, o kadar tahammül edilmez bir koku havaya karışmakta ki, savaş alanı bunun yanında hiç kalır. Ortalığa akşamın alaca karanlığı çöktü. Şimdi harabeler üzerinde tüneyen baykuşların sesleri duyuluyor. Ağaçlarının birçoğu kömür haline gelmiş bahçelerde bülbüller ötüyor. Harabeler arasında birkaç gölge çıkıyor, bu insanlar başlarından geçenleri anlatıyorlar. Anlattıkları olaylar burada yazılamayacak kadar müthiş.

 

Şurada, burada bazı büyük yapıların yıkıntıları görülüyor. Bunlar ya bir fabrika ya da resmî bir bina. Düşman özellikle, içinde kolektif çalışma yapılan binaları hedef almış. Yıkıntılar arasından, patlama ile eğri büğrü olmuş demirler ve saç levhalar çıkmış, büyük camilerin hepsi yıkılmış, bostanlar ve bağlar tamamen harap olmuş, pıtrak gibi çiçek açmış ağaçlar yerlerde, daha henüz yaprakları bile solmamış.

 

Maddî zarar çok büyük, Yunanlılar her şeyi götürmüşler, fakat boşaltılan dükkânlardan daha kötüsü, evler yakılmış ve kadınlara, ihtiyarlara ve çocuklara hakaret edilmiş. Bunlar Aydın’da yapılanların aynı.

 

Söğüt’ten bir kilometre uzaktaki Ertuğrul Gazi’nin türbesi, Müslümanların en kutsal ziyaret yerlerinden biriydi. Çeşitli biçimde kirletilmiş ve tahrip edilmiş türbenin kapısı ile içindeki granit lâhdin kapağı açılmış. Çevredeki başka bir türbeye Yunanlılar yaralılarını ve ölülerini yerleştirmişler. Biz geldiğimizde burası temizlenmekteydi. Yaşlı imam bize buralarını gezdirdi ve açıklama yaptı. Söyledikleri, benzeri olaylar arasında belki en çok etki yapan ve unutulmayacak iz bırakanlardı. Dinî duyguların kahredici hakaretlerle tahriki, millî duyguların yabancı entrikalarla şahlandırılması, tahrip, Müslüman halkın öldürülmesi. Yolumun üzerinde karşılaşacağım işte hep bunlar.

 

Henüz yakalanmış esir Yunan subaylarına, ”Bunları ne için yaptınız?” diye sorulunca, hepsi de, “Bunları biz istemedik. Böyle yapmamızı İngilizler emretti” diye cevap veriyorlar. Yunanlı subaylar, köy ve kasabalardaki Türk yöneticileri, Yunan birliklerinde İngiliz irtibat subaylarının bulunduğunu doğruladılar. Artık Anadolu’da, İngiltere’nin, ülkelerini tamamen mahvedeceğine inanmayan bir tek insan kalmadı. Yunanlı bu işte bir piyon, bir aracıdan ve üçüncü derece bir şahsiyetten başka bir şey değil.

 

Düşmandan kaçış devam ediyor, mandalar ya da öküzler koşulu arabalara bir sürü ev eşyası yığılmış. Daha önceleri 1912’lerde, bunlardan bilmem ne kadarı, yine böyle gelmişlerdi. Ama o zaman bu, Trakya’da geçmişti.

 

Söğüt’ten sonra yine yakılmış ve terk edilmiş köylerden geçtik. Bazen harabelerde bir tek kedi bekçi gibi kalmış, bazen küller üzerinde perişan bir aile çadır kurmuş. Yıkılmış bir köprü, tamamıyla harap olmuş bir tren istasyonu: Bilecik Garı. On sekiz ay önce buralardan geçerken gördüğüm güzel Bilecik şehri şimdi iskelet halinde.

 

Küçük kafilemize yeni bir dost katıldı: Suat Bey. Bilgin, ince, nüktedan, hazır cevap eski bir Osmanlı efendisi. Ama bu vasıflara ilâveten şimdi yeni Türkiye’nin milliyetçi hamlesini ve ruhunu da eklersek o zaman kendisini daha iyi tanıtmış oluruz. Bize şöyle diyor: ”Bazen ağlamamak için gülmek lâzım.” Böylece gülüşünün altında gizlenen ateşli fikir ve düşüncelerini ne güzel bir biçimde anlatıyor.

 

Belgeci , 2280 belge yazmış

Cevap Gönderin